Ekranın diğer ucunda Teröristbaşı Öcalan, cümlesine doğrudan başladı:
“PKK’nın kurucu genel başkanı sıfatıyla son konuşmamı yapacağım.”
Kâğıt üzerinde tarihi bir an!
Kurduğu terör örgütünü 52 yıl, 1 ay, 10 gün sonra kendisi feshettiğini ilan ediyor.
“Kendim kurdum, kendim sonlandırıyorum” diyen bir teröristbaşı portresi.
Ama siyaset böyle anlarda sadece ne söylendiğine bakmaz. Nasıl, ne zaman, kimin önünde, hangi mimikle söylendiğine ve asıl önemlisi, içeride hangi yapıyı dağıtıp hangisini güçlendirdiğine bakar.
Ben bu metni okurken, bir veda değil, gayet soğukkanlı bir “format atma” operasyonu gördüm.
Fesih mi, Marka Değişimi mi?
Öcalan, PKK terör örgütünün kuruluş programında belkemiği olan “bağımsız Kürdistan” maddesinden resmen vazgeçtiğini söylüyor.
Gerekçe iki başlıkta toplanıyor:
- Reel sosyalizmin çöküşü ve ulus devlet modelinin artık bir “ilke” olamayacağı,
- Otuz yılı aşkın süredir devam eden kaybet–kaybet döngüsü.
Teröristbaşından “kaybet–kaybet” ibaresini ilk kez duyduğumuz için açmak gerek:
Bu döngü ile kendince iki tarafın da birbirini tüketerek aslında kendini zayıflattığı, ne devlete zafer ne örgüte meşruiyet kazandıran bir kısır çatışma halini anlatmaya çalışıyor.
Buraya kadar fikrî bir değişim gibi okunabilir.
Fakat aynı paragrafta, “ulus devlet yerine sosyalizme dayalı demokratik ulus, demokratik toplum” anlayışına geçtiğini, ayrıca “Demokratik Toplum Birliği” veya “Demokratik Kominler Birliği” adıyla yeni bir yapı kurduğunu ilan ediyor.
Yani tabela değişiyor, yapı yerinde duruyor.
Bugün fiilen sahada olan yapıya bakalım.
Terör örgütü PKK'nın gövdesi başka yapılara çoktan taşınmış durumda: KCK şemsiyesi, Irak’ta başka kodlar, Suriye’de PKK uzantısı SDG/PYD, İran’da PJAK.
Öcalan’ın 2 Mayıs konuşmasında bunların hepsine tek tek selam gönderdiğini, görev tanımı yaptığını, hatta İran ve Irak için ayrı müzakere başlıkları açtığını görüyoruz.
Bu ne demek?
Şu demek: PKK “ömrünü/görevini tamamlamış bir marka” olarak rafa kaldırılıyor.
Yerine “demokratik toplum”, “demokratik birlik” gibi, kulağa masum, itiraz etmesi zor kavramlarla süslenmiş yeni bir siyasal yapı inşa ediliyor.
Fesih dediği, aslında bir isim değişikliğinden ibaret.
Silahın Emniyete Alınmış Hali
Öcalan’ın satır aralarında en çok üzerinde durduğu mesele, silah meselesi.
Açık ve net konuşuyor:
– “Ulus devlet hedefinden vazgeçiyoruz.”
– “Fakat silahsızlanma, ancak anayasal ve yasal güvenceler sağlandığında gündeme gelir.”
– “Demokratik siyaset hakkı kanunen tanınmak zorundadır.”
Hatta, Sırrı Süreyya Önder’in Dolmabahçe metnine yazdığı bir cümlenin eksik kaldığını, onu bile bizzat tamamlatıp dünyaya duyurduğunu hatırlatıyor.
Burada strateji son derece net!
Silahı bırakmıyorlar, silahı anayasal pazarlığın orta yerine koyuyorlar.
“Demokratik siyaset” adıyla, MGK’dan çıkarılma, terör listesinden silinme, örgüt kadrolarına ceza muafiyeti ve siyaset yapma imtiyazı talep ediliyor.
“Gelirsen vurulursun, müebbet alırsın, bu olmaz” dediği nokta, aslında Türkiye Cumhuriyeti’nin ceza ve terör mevzuatını kendine uygun şekilde yeniden yazdırma arzusudur.
Dikkat edin, sahadaki teröristlere de çok net bir güvence veriyor:
“Silah zaten elinizde, kimse hemen bırakın demez. Bunun zeminini hazırlamaya çalışacağız.”
Bu cümle, romantik barış fotoğrafları çekenler için değil, satranç tahtasına bakanlar için kurulmuş bir cümledir. Silahın namlusunu şimdilik aşağı indirip, tetik parmağını hukukun üstüne koyan bir stratejidir bu.
Norm Devlet, Norm Dışı Güçler ve İmralı Satranç Tahtası
Konuşmanın en dikkat çekici kavramlarından biri “norm devlet” ve “norm dışı güçler” ayrımıdır.
Öcalan, “Ben norm devletle konuşuyorum, iktidarla işim yok” derken, bir yandan meşru ve kurumsal devlet aklıyla temas halinde olduğunu vurguluyor; diğer yandan hem devletin hem de örgütün içinde yer alan “norm dışı” unsurları süreci bozan gizli odaklar olarak tanımlıyor.
Bu yaklaşım, aslında gayrinizami siyasetin tam merkezine oturuyor.
Öcalan, kendisini devletin dönüşüm sürecinde muhatap ve aracı konumuna yerleştirirken, olası her başarısızlığı “derin” yapılar üzerinden açıklayarak hem meşruiyet talebini güçlendiriyor hem de kendi pozisyonuna siyasi sigorta sağlıyor.
Bahçeli vurgusu da boşuna değil. “Bahçeli’nin elini havada bırakmayın” cümlesi, sadece MHP’ye değil, aslında Ankara’daki tüm siyasete atılmış bir işaret fişeği.
“Bu süreci benimle yürüten norm devlet var, siz de hizalanın” diyor.
Kandil’e yönelik üslup ise açıkça daha sert.
“Kandil’i ben yaşatıyorum” cümlesi, bana göre bir kibir ifadesi değil, tam anlamıyla bir güç gösterisi.
Bu sözle, “ipler hâlâ bende” mesajı veriyor.
“Bu yükten kurtuldum, size devrediyorum” derken de aslında yükün sorumluluğunu değil, sadece riskini bırakıyor.
Yani örgütün tehlikeli kısmını sahaya sürüyor ama ipleri bırakmıyor.
Karar mekanizması hâlâ kendi elinde.
Stratejik akıl, dış bağlantılar ve yönlendirme gücü merkezde tutuluyor; bu da bize, sahadaki isimler değişse de perdenin arkasındaki dizaynın yerinden oynamadığını açıkça gösteriyor.
Barzani, İlham Ahmed ve Sykes Picot Masası
Görüşmede en az konuşulan ama en kritik başlıklardan biri, Barzani ve İlham Ahmed ile görüşme talebi.
Öcalan açıkça: “Barzanilerden biriyle görüşmeliyim, bu inisiyatif benimdir.” diyor.
PKK’nın “Rojava” dediği, Suriye’nin kuzeydoğusundaki PKK uzantılarının yönetiminde bulunan yerler için de İlham Ahmed’e, Suriye Anayasası’nda Kürtlerin yer alması şartını hatırlatıyor.
Burada iki katman var:
Irak Türkmeneli bölgesinde Barzani çizgisiyle kendi çizgisi arasında kurulmak istenen yeni denge,
Suriye’de PKK uzantısı SDG/PYD üzerinden anayasal statü arayışı.
Bunların üstüne, Lozan’ın 100 yılı, Sykes-Picot’un çöken dengeleri, Musul Anlaşması’nın “gizli maddeleri” gibi başlıkları da ekliyor. Bu tarihsel referanslar, sadece teorik atıf değil; Öcalan, dört parçalı, esnek sınırları olan, birbirine eklemlenmiş “demokratik birlikler” zemini üzerinde yeni bir Ortadoğu tasarlıyor. Adı ve yapısı yumuşak kelimelerle süslense de bunun adı BOP’un “Büyük Kürdistan” projesidir.
Bu tasarımda Türkiye’ye biçilen rol, “Demokratik Cumhuriyet” şemsiyesi altında; bu çatı devlet, yeni birliklere dokunmayan, hatta onlara anayasal tanıma sağlayan bir taşıyıcı gibi tarif ediliyor.
“Demokratik Cumhuriyet, bir Kürdistan’dan daha kıymetlidir” derken aslında zihnindeki yeni düzeni çiziyor:
Türkiye’yi, Büyük Kürdistan projesinin sahaya taşınmasında “taşıyıcı anne” işlevi görecek bir platforma dönüştürmek.
Bunu ise kulağa hoş gelen söylemlerle, örneğin “Misak-ı Milli” vurgusuyla meşrulaştırmaya çalışıyor.
Bu da aslında “büyüterek küçültme” stratejisinin bir yansıması; yani Türkiye için adı konmamış bir bölünme planı.
Devlete, Siyasete ve Kamuoyuna Düşen Soru
Burada artık soruyu biz sormalıyız.
2 Mayıs 2025 tarihli o telekonferans, tüm kişisel yorumların ötesinde açık bir tabloyu ortaya koyuyor:
– PKK’nın feshi, bir örgütün kapanışı değil; çok aktörlü, çok katmanlı yeni bir siyasi projenin başlangıç senaryosudur.
– Silah bırakma, barış jesti değil; demokrasi ve hukuk başlıkları altında pazarlık masasına sürülmüş bir kozdur.
– Rojava’dan Kandil’e, İran’dan Avrupa’ya uzanan ağ, sadece isim değiştirerek değil, statü kazanma hedefiyle yola devam etmektedir.
Bu tablo, devletin güvenlik aklından siyasetin refleksine, kamuoyunun algısından medyanın diline kadar herkesin önüne tek bir soruyu bırakıyor:
“Fesih mi izliyoruz, yoksa yeniden biçimlenmiş bir stratejinin sahneye çıkışını mı?”
Türkiye’nin Önündeki Üç Temel Risk
Hukukun içerden aşındırılması riski:
Terörle mücadele mevzuatının, örgütün “siyasallaşma” talebine göre esnetilmesi, yalnızca bugünün güvenliğini değil, gelecek on yılların devlet yapısını da rehin alır.
“Demokratik siyaset” ile “silahlı yapının hukuken aklanması” arasına kalın bir çizgi çekilmezse, devlet kendi hukuk zeminini kendi elleriyle oyar.
Üniter yapının ince ince delinmesi riski:
“Demokratik birlik”, “komin”, “yerel demokrasi” gibi kavramlar doğru çerçeveye oturtulmazsa, bunlar sahada fiilî kantonları ve kalıcı özerk bölgeleri meşrulaştıran bir kılıfa dönüşebilir.
Siyasi söylemde masum görünen bu ifadeler, otoriteyi parçalayan bir modele kapı aralayabilir.
Gayrinizami siyasetin kurumsallaşması riski:
Öcalan’ın “norm devlet” ve “norm dışı güçler” ayrımı, devlet içindeki gizli yapılara işaret ederken, aynı zamanda gayrinizami siyaset alanını da meşrulaştırma çabasıdır.
Bu tez üzerinden yürütülen pazarlıklar olağanlaştırılırsa, devlet aklı yerini pazarlık aklına, hukuk devleti ise pazarlık devletine bırakır.
Bu üç başlık birlikte okunduğunda tablo nettir:
Türkiye, sadece bir terör örgütünün değil, onun ürettiği yeni siyaset biçiminin sınavıyla karşı karşıyadır.
Bu nedenle, 2 Mayıs 2025 tutanaklarını sadece “Terör örgütü PKK feshedildi mi?” sorusuna cevap arayarak okumak eksik olur.
Asıl soru şudur:
– Gerçekte ne feshedildi ne kalıcı hale getirildi?
– Hangi isim sahneden çekildi, hangi yapı güçlendirilip yerinde tutuldu?
– Ve en önemlisi; Türkiye bu satranç tahtasında kendi hamlesini mi yapıyor, yoksa başkalarının kurguladığı oyunda taşları mı yer değiştiriyor?
Ben kendi adıma bu metne bakınca, romantik bir final değil, yeni bir perde açılışı görüyorum.
Tarihin bu tür anlarında yapılması gereken şudur:
Duygusal dalgaya kapılmadan, metni soğukkanlı okumak, tarihle hukukun kesiştiği noktada devlet aklını diri tutmaktır.
Çünkü bir ülkede silahın gölgesi çekilmeden, gerçek demokrasi de gerçek barış da gelmez.
Silahı gerçekten bırakmak; sadece tetiği bırakmakla değil, o tetiği pazarlık masasında koz olmaktan çıkarmakla başlar.